20 Haziran 2025 Cuma

Geldi Ve Geçti

Ömrün her yeni safhası farklı bir korku, farklı bir gerginlik ve mütemadiyen mükerrer dertlerle dolu. Hayatın gelip geçiciliği kırılmış kaburgaların üstüne vurulan ağrı kesici gibi sahte ve muhtaç olduğumuz bir avuntu. Boğazınıza kadar sıkıldığımız günlerimiz, donuk yüzlerimizin arkasında tuttuğumuz gözyaşlarımız ve yaşamaktan çok ölmeyi arzuladığımız zamanların hepsi uzun yıllar sonra, olduğumuz kişiyi yaşarken geriye dönüp baktığımızda birer munis hatıra olarak üç beş kelimeden daha fazla yer kaplamayacak hayatımızda. 

Hayat, en korkunç kabuslarımız ve en tatlı rüyalarımızın arasında iki deniz arasında savrulur durur. Daha önce bu minvalde bir şeyleri muhtelif yerlerde yazmıştım. Sosyal medyanın penceresinden, mücadele vermiş pek çok hayatın sonuçlarına şahit olabiliyoruz. Aslında, metroda gördüğümüz bir kişiden farkı nedir bunun? Doğrusu bilmiyorum. Metroda insanlara sık sık bakarım, kimi henüz yaşanmayı bekleyen stresli saatlerini düşünerek pus dökülmüş yüzleriyle durur bir kenarda. Bazen de yeni başlamış hayatları görürüm, mutlu çiftleri gördüğüm vakit, istemeden şahitlik ettiğim hayatlarına onlar yerine mutlu olma şevki hissediyorum. Gözleri parlayarak birbirinin elini tutan insanlar sadece o andan çok daha fazla şey ihtiva ediyor. Yaşanmışlıklar ve yaşanacaklar, bu bağı önce oluşturmak için, sonra da sabit tutabilmek için verdikleri mücadeleyi düşünüyorum. İnsanların, bu mücadeleden sonra haklı mutluluğunu görmek içimde gelecekleri hakkında iyi temennilerde bulunmaktan başka bir hissi ortaya çıkarmıyor. 

Düşünürüm bazen birbirini düşünmeden nasıl da müstakil ve yegane hayatlar. Belki erken kalktım, belki bir final arefesi, belki bir ödev eksikliği sabah metrosunda döner dururken tatsız hissiyatlar başıma üşürür, sonra durur ve düşünürüm, insanları izlerim, insanları düşünürüm, kimse kimsenin hayatından haberdar değil. Doğrusu ömrümde pek de insanların halimi sorma beklentisi içinde olmadım, bu yüzden çoğu zaman da insanlara derdimi açmam. Benim için lüzumsuz bir iş. Cevabını önceden bildiğin bir sorunun yanıtını başkasından almanın manası nedir ki? Gerçekçi olmayan bir teselliyi almak veyahut gerçeklerin yüzüne şakkadanak vurulduğu bir yanıt almak benim zihnimde kurduğum iki farklı paradoks. Maddi kaygıların varsa çalış, ödevlerin varsa yap, sabah uyanamıyorsan erken yat, cevapları peşin dertler. Teselli aldığınız bir insanın zihninin içinde dönen teselli verme zorunluluğunu hissettiğiniz anda da bunu insani görevi gereği yerine getirdiğini fark ediyorsunuz, bu kıymetini bilen insan için bir minnet vesilesidir. Hakikaten bir insanın gerçeği söylemek yerine teselli verme çabası çok kıymetlidir. Öte yandan, bu söz havaya süzüldüğü andan itibaren yalnız başınıza kaldığınızda bunun hayatınıza pek de bir etki etmediğine şahit olursunuz. Sonra, yolunuza kendi kendinize devam edersiniz. 

23 yaşında son okulunuzdan mezun olmuşsunuz ve bir bakmışsınız geçmiş ömür. Neredeydi o titrek gözleriniz? İpin üstünde adımlarınızı attığınız titrek bacaklarınız? Her an düşecekmiş korkunuz? Uzun mesai saatleriniz ve içinizde çarpışan buhran dalgaları? Bir şekilde hayatınızı yaşadınız ve geçti ömrünüz. Tatsızdı hatıralarınız ama şimdi 1 saniye öncesine 10 yıl sonrasından daha uzaksınız. "Gelecek aklımızın bir hayali, geçmiş ise kalbimizin bir sesi" diyor Lev Tolstoy Savaş Ve Barış kitabında. Hayatınızla barışmayı biliniz, hayat boyu koyduğunuzdan daha fazlasını almayacak, hatta belki daha azını alacaksınız. "Takmayın" gibi basit bir kelimeye sığdırılamaz dünyalarımız. Kabullenmek, aynı zamanda buna da isyan etmek, otoyolun çatalına bağlanan yollar gibi ortada birleşen ve bir o kadar da farklı. "Keşke böyle olmasa ama oldu"larımız.

https://youtu.be/wNBiH-H5kTw?si=uk3yEMiZMqu8952N 











7 Haziran 2025 Cumartesi

Kimi zaman insanlar

 Kimi zaman insanlar, çoğu zaman insanlar, pek çok zaman insanlar, günde bir kaç kez aklıma gelip giden bir grup kelimeler dizini. Neden, niçin slot makinası gibi rastgele kelime üreten zihnimde piyangoya bu dizin vurdu bilmiyorum. Bu yazı da aslında obsesif bir zihinden çıkmış gibi, hiperaktif örüntüye sahip olacak diye tahmin ediyorum.

Hayatın pek çok aşamasında yüksek beklentilere sahip bir insan olmadım, en iyisini hak ettiğime dair düşünceler benim için her zaman nötr bir anlam ihtiva ediyordu. Hala da böyle. Kendi yaptıklarımın sonuçlarını peşinen kabul etmekte pek de zorluk çekmiyorum. Bu mutlak bir suçlu kompleksinin sonucu mu, bilmiyorum. Doğrusu obsesif kompülsif bozukluk tanısıyla psikoloğa gittiğim 2021'den bu yana bir daha bu desteği almadım. Hayatımı olumsuz etkileyen davranışları regüle ettiğim ölçüde benim için yeterdi. 

Ataşehirde randevu bulamayınca Kartal'da randevu almıştım. İçeri girdiğimde psikiyatrın kendisiyle değil asistanıyla karşılaştım. Furkan(...) Maalesef isminin geri kalanını hatırlamıyorum. Çok cana yakın bir adamdı, birbirimizi çok ilginç bulduk ve sohbet ederken bol bol güldük, öyle güldük ki odadan dışarıya taşan kahkahaları sanırım koridorda oturan insanlar da işitmiş. Bir danışmanlık gibi değildi, hastalığımı bile konuşmadık neredeyse. Ama ne oldu bilmiyorum, çok rahatlamıştım. Hiçbir derdimi anlatmadan çok şey paylaştım gibi hissettim, bana Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken kitabını hediye etti. Çok şaşırdım, ömrümde ilk defa bir insandan kitap hediyesi almıştım. Hemen ilk sayfaya da bir not düşmüştü:

"Sevgili Tolga:"

"Tüm ömrüm toparlamakla geçti,

yine de toplayamadım süprüntüleri..."


Bu dizeyi niçin, neden yazdı hala çözemedim ama hiç tanımadığım bir insandan bu ince derinlikteki notu almak garip bir histi. Hala gideremediğim bir pişmanlığım, kitabı baştan sona okuyacağım diye Furkan hocanın oku dediği 52-54. sayfalara henüz gelemeden bir sonraki seansa gitmiş olmamdı. Biraz nisyan etti ama yanımda ona ben de Stefan Zweig'ın satrancını uzattığımda biraz düşen yüzü çok çabuk toparlandı. Yine şuradan buradan konuştuk, sosyal medya kullanmadığını öğrendim. Hayatını yeterince toksikize olduğunu ve daha fazla toksiklik istemediğini söylemişti. Ben de ufaktan, anonim mi takılıyorsunuz, yoksa "Şair ceketli çocuk siz misiniz?" diye takıldım. Güldü, konuşmanın arasını hatırlamıyorum ama o gün bana Stefan Zweig'ın Montaigne biyografisini hediye etti. Sonradan ise intörn olduğu için başka hastaneye gönderileceğini söyledi ve Erenköy'de falanca doktora randevu almamı, orada bulunacağını söyledi. Hala hatırladıkça pişmanlık yaşarım, gitmedim adamcağızın yanına. İnşallah darılmamıştır. Zaten o ayki seanstan sonra bir kere daha farklı bir psikiyatra prozak yazdırmak için uğradım, daha da psikiyatri polikliniğine -şükür ki- uğramadım. 

Obsesif kompülsif bozukluk garip bir hastalık, bazen sadece tekrar eden davranışlarda değil, aralıksız tekrarlayan düşüncelerle de kendini gösterir. Karşımdaki insandan bir soru işittiğimde benim aklımda genellikle bir değil, birden fazla cevap olur. Bu karma torbadan kura çekmek gibidir, belirsiz bir kaynaktan rastgele düşünce zihninize pompalanır ve alelacele bir tanesini seçip istikamet alırsınız. Karşımdaki insanın cevabıma ne tepki vereceğini ölçmeye başlamışken kelimeler ağzımdan dökülür ve sözler kumsalı yalayan dalgalar gibi, bir düşüncelerim bir karşımdaki kişi arasında sallanır. Bazen orantısız senaryolar peyderpey zihninize çullanır, kötü ihtimalleri ve senaryoları zihniniz promptlu yapay zeka araçları gibi üretir, siz de engel olmak için dişlerinizi sıkar, yüzünüzü ekşitirsiniz. Bu garip bir illüzyondur, insanın odağı bu işe o kadar fazla yönelir ki onu yaptığınız anda yanınızda kimin olduğu pek beyniniz tarafından önemsenmez. Henüz bunu yakalayan bir arkadaşım olmadı, -veya sadece görmezden gelindi- 

Bazen bir psikopat olarak görülüyor muyum diye şöyle bir içimden geçer. On iki yaşından beri morarmış gözlerim ve sivilcelerden heder olmuş suratımla pek de sağlıklı bir izlenim vermediğimi düşünüyorum. Beni tanıyan zaten tanıyor da, kafam tam tanımayanlarda. Bu giyinme merakı da üstüne eklenince sanki Patrick Bateman intibası insanlara sirayet ediyor mu, diye düşünürüm. Ha, bu giyinme işi de aslen benim için yeni bir şey değil. Şöyle böyle 2021'den bu yana, abimin çıkma kabanına çöreklendikten ve bir de kendime -bereket versin- yelek ceket pantolon ısmarlattıktan sonra bende huy oldu. İzlediğim şeylerin ne kadar etkisi oldu bilmiyorum doğrusu, insan bazen o kadar çok şeye maruz kalıyor ki kendisi de hangi davranışının bilinçaltında nereye dayandığını kestiremiyor. -Zaten bir manada psikiyatrlara zihnimizde bizim çözümleyemediğimiz düşünceleri çözmesi için başvurmuyor muyuz?- Kendime verebildiğim cevap, herhalde vakti zamanında tarih forumlarında çok dolaştığım için sürekli birinci dünya savaşı devri erkek modasını çok görmüş olmam. İsmail Enver Paşa, Doktor Nazım, Talat Paşa, Atatürk, 1800'lerin İstambulinli, Redingotlu beyefendi modası, bu fotoğrafları çok görmek ister istemez insanda ideal bir giysi üslubu dikte ediyor. Ha, kaderdir, ayrı taksim olunur. Bir fotoğraftan herkes aynı feyzi almaz, benim içimde buna karşı bir eğilimde olabilir.

Yedi senelik örgün eğitim arasından sonra 19 yaşında üniversiteye tekrar dönmek, garipliğini bu uzun aradan alan bir his değildi sanki. Yedi yıllık bu tatilde entelektüel olarak lise okumuş bir insandan daha cahil olduğumu düşünmüyorum. Ha matematik, fizik, kimya, evet. Ben bu meselelerinin apaçık bir cahiliyim, çarpım tablosunu hayatımda hiç ezberlemedim, altı kere sekiz kaç? Deseniz, parmak hesabıyla debeleneceğimi garanti edebilirim. Alfabeyi baştan sonra ezbere bilmem. Şimdi sayıyorum, ezberden A,B,C,Ç,D,E,F,G,H... Dokuz harf, ötesi yok. Niçin gitmedim? Hala benim için de bir muamma. Bir devletin yıkılışı gibi, tek bir nedene bağlayamazsınız hani, o hesap. Esenevler güzel bir yerdi, hayatımda hakikaten "prime time" diyeceğim zamanlar. Sonra dağ başında bir yerde, çocuk parkının, yaşıtlarınızla kaynaşacağınız okul dışında bir alanın olmadığı bir yere enlemesine geçiş yapınca -hele de bir de 12 yaşında ergenliğe geçiş dönemindeyseniz- eh, belirli psikolojik komplikasyonlar neticesinde okula gitmeme isteği hasıl olabilir diye düşünüyorum. 

Üniversiteye geçişimde de benimki liseden yeni mezun olup yks ile üniversitesine kaydolmuş her insan evladı gibi belirsizlik hissinin korkusuydu. Neydim, ne olacağım, nereye gideceğim? Belirli ve rafine bir arkadaş çevresinden sonra dışarıda tanımadığım insanlarla sürekli muhatap olacağım bir kurumun içine girmenin kaygısı biraz daha gerçek hayatta insanlara nasıl davranacağınızı çok bilememeniz. İnsanlarla konuşurken şuan size kızıyor mu, yanlış anladı mı, kast ettiğinizi anladı mı, yoksa sizin bir gerizekalı olduğunuzu mu düşünüyor? Bunlarla boğulmak hissi. Paradoks içinde paradoks kere paradoks. Acaba kendini çok akıllı sanan bir gerizekalı mısınız? Yoksa aslen öyle değilsiniz de öyle mi düşünüyorsunuz? Gerçi siz, diyorum, ben, ben kendim ve biz. Kibirli gözükmek, yanlış anlaşılmak mikrodan makro ölçüsüne beni korkutan bir mefhum. Eh, bu işin laneti de bu. Yapmamanız gereken şeyden uzaklaşmaya çalıştıkça, eğilim göstermeniz. Mesela bir kişiye baktınız, ama sonra bakmamanız gerektiği ve bunun yanlış anlaşılacağını düşünüyorsunuz, hemen başınızı çeviriyorsunuz. Ardından, o bakmamanız gereken nokta -veyahut kişi- sizin bir zaafınız haline geliyor. Onun bulunduğu hizada başka bir yere baktığınızda bile "yakalanacağım" hissi içinizi yer, başınızı çevirince de hoppa, kendinizi yapmaktan men ettiğiniz bir davranışı yapmamaya çalışırken yakalanır ve bakılmamaya çalışılan özne tarafından radara alınırsınız.

Tatsız yaşantılar.